Anasayfa    Özgeçmiş    Yazılar    Fotoğraflar    Yorumlar    Duyurular    İletişim      

PORTEKİZ

   PORTEKİZ



PORTEKİZ ANILARIM

İzmir’den sabah 4’de arkadaşım Mesut ile yola çıkıyoruz. Mesut bana THY’larından bu bileti bugün alman gerek dediğinde ben İkaria adası yolundaydım ve Mesut’u dinledim. Biletimiz İzmir-İstanbul İstanbul-Lizbon idi THY’ndan ucuz bilet diye bir bilet almanın bedeli çok ağır. Bir kere bileti değiştirme olanağınız yok. Bu biletin herhangi birine binmezseniz biletiniz yanıyor. Bagajınızı uçağa vermek isterseniz 5300Tl ödemeniz gerekiyor. Uçuşlar en abuk saatlerde ve aralarda 12 saat İstanbul hava alanında beklemeniz gerekiyor. Gezinin bu bölümü biraz can sıkıcıydı ama böylece THY ucuz biletinin ne demek olduğunu öğrendik.



Mesut bana al dediği bileti almamış. O benden yarım gün erken Lizbon’a vardı. Hava alanından 5 günlük indirimli otobüs-tren-tramvay bileti ve bir harita alıp metro ile airbnb’den kiraladığımız Lizbon’un tepelerinde kurulu olan ilginç yerleşim yeri Alfama ‘da 2 oda bir salon olan evi sora sora buluyorum. Mesut beni karşılıyor.
Gülbenkiyan Müzesi
Yerleştikten sonra ilk ziyaretimizi Gülbenkiyan Müzesine yapıyoruz. İstanbul doğumlu bir Ermeni olan Gülbenkiyan’ın hayatını buradan okuyabilirsiniz.

https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46838558

Müze çok büyük ve çok güzel . Müzede dünyanın her yerinden eserler görme imkanınız var. Müze Lizbon’un meydanında çok geniş bir alana yapılmış. Müzede tanıştığımız Ermeni hanımla ahbaplık ediyoruz. Ayrıca İstanbul'da çalışmış olan bir İsveç'li arkeologla tanışıyoruz.

Ticaret Merkezi Meydanı
Oradan çıkıp ara yollardan yürüyerek çok güzel caddelerden geçerek deniz kenarına Ticaret Merkezi Meydanına gidiyoruz. Oradan E15 tramvayıyla Belen Kalesine gidiyoruz. E15 Sahilden Lizbon’u boydan boya geçen bir tramvay. Deniz kıyısındaki kimisi çok şık kimisi daha eski evleri, büyük yeşil meydanları görüyoruz.
Belen Kalesi

Belen Kalesi büyük yemyeşil bir meydanda deniz kenarında bir kale. Kaleye çıkmak için uzun bir kuyruk var. Kıyıda oturup etrafı seyrediyoruz. Belem kalesi 1514-1520 tarihlerinde Lizbon’u korumak için Vasgo da Gama adına yapılmış. Şimdi ise deniz feneri ve turizm merkezi olarak kullanılıyor.

Jeronimos Manastırı
Oradan şehre doğru yürüyoruz. O yolda Pastica Belem diye çok meşhur bir pastane var. Kapısında daima kuyruk olurmuş. Orada tarifi gizlenen pastel de belem tatlısını yiyoruz. Portekiz’in pastaları ,kurabiyeleri çeşit çeşit her yerde bulunuyor. O yolda Jeronimos Manastırı var ama onun önünde de çok uzun bir kuyruk var. Oradan otobüse binip Mercado denen çarşıya gidiyoruz. Çeşitli yemekler sebzeler satılan geniş bir alan.


Oradan bir arkadaşımın methettiği Arjantin lokantasını aramak için metroyla Rosio meydanına gidiyoruz. Ancak Arjantin lokantasını bulamıyoruz ,bahsettiği diğer lokanta olan Piyokyo Lokantasını buluyoruz. Ama bizim olduğumuz mahallede gördüğümüz Fado müziği olan lokantaya gitmeyi tercih ediyoruz.
Lokantada Karides ve salata söylüyoruz. Önce genç bir erkek sonra da genç bir kadın gelip iki gitar çalan ve müzik sırasında konuşmamızı rica eden grupla Fado
söylüyorlar. Mesut çok beğenmiyor ama ben çok keyif alıyorum.



Gezi sırasında kahvaltılarımızı evde yaptık.
Ertesi gün Ticaret Meydanına (Plaza Comercia) meydanına gidiyoruz. Buraya giden cadde Rua Augusto çok güzel dekarasyonu olan trafik olmayan bir cadde. Turistlerin yürüyüş turlarının yapıldığı merkez burası. Bugün 14 nolu tramvay ile Alfama’nın tepesine çıkıyoruz. Alfama’nın tepesindeki Lizbon’a tepeden bakan bir lokantada biftek, sandeviç ve salata yiyoruz.
Ben çok kötüyüm bacağım çok ağrıyor ve yürümekte zorlanıyorum. Bir eczaneden voltaren ve ağrı kesici bir hap veriyorlar. Ben metro ile eve gidiyorum. Ve öğlenden sonrayı yatakta geçiriyorum. Akşam yakınımızdaki bir lokantada şarapla güzel bir yemek yiyoruz.
Sokaklarda dans eden,müzik yapan genç öğrenci grupları şehre başka bir renk katıyor.

Ertesi gün daha iyiyim ve yürüme konusunda bir problemim yok.

8. Henry parkına gidiyoruz. İnanılmaz güzel geniş bir alan. En tepesine çıkıyoruz.
8. Henry parkı
Orada turist arabaları var ve yukarıdan aşağı seyretmek keyifli oluyor. Aşağıya Libertodor caddesinden yürüyoruz. Caddenin ortasında yukarıdan aşağı doğru giden ağaçlarla kaplı geniş bir alanda çeşitli el ürünleri satılıyor.



Aşağıda 45m yüksekliğinde Santa Junta asansörü var. Ancak onda da çok sıra var.

Yukarıya çıkıp oranın manzarasını görelim ve asansörle aşağı inelim diyoruz. Ve çok doğru karar verdiğimizi anlıyoruz.

Ara sokaklardan yukarıya çıkmak çok vakit almıyor. Asansörün geldiği yerde küçük bir kafe var. İlginç yumurtalı sandviç satılıyor. Orda oturup bira ile öğlen yemeğimizi yiyoruz. Ve oradan asansöre binip rahatça aşağıya iniyoruz.

759 numaralı otobüsle bütün Lizbonu dolaşıp Otogara gidip ertesi gün için Porta’ya otobüs biletlerimizi alıyoruz.

Gündüzleri daracık sokaklar tenha oluyor ama akşamları sokaklara sandalyeler, masalar konarak lokanta haline geliyor. Bu gece biz de kaldığımız yere yakın bir lokantada keyifle deniz ürünleri ve şarapla akşam yemeğimizi yiyoruz.

Ertesi gün Porta’ya gitmek üzere otogara gidiyoruz. Otogara erken varıyoruz . daha önceki otobüste kişi başı 10 euro verip otobüs saatimizi değiştiriyoruz. Otobüsün yarısı boş. Porto’da ben üç gece kalacağım Mesut’un dönüş bileti Lizbon’dan olduğu için o üçüncü gün Lizbon’a gidecek. Otobüs otogara girmiyor. Biz fark edemeden yolcuları indirip yola devam ediyor. O zaman uyanıyoruz. Şoför ben anons ettim diyor. Dur burada bizi indir desek de dinlemiyor bir saat ilerideki Braga şehri son durağı imiş mecburen oraya gidiyoruz.
Oraya vardığımız saatte Porto’ya giden otobüse yetişiyoruz . kişi başı 20 euro verip Porto’ya yola çıkıyoruz. Yani 2 saat vakit kaybımız oluyor. Dönüşte otobüs otogara giriyor, geldiğimiz otobüste girseydi bizde anlar inerdik.
PORTO
Oradan 3 günlük metro biletimizi alıyoruz. Burada metro biletleri almak bayağı problemli onun için metro duraklarında İngilizce bilen ve yolculara yardım edebilecek görevliler oluyor.
Bizim kalacağımız yer otogardan 3 durak sonra merkezde. Porto’nun arabalara kapalı ana caddesine açılan metrodan iniyoruz. Sokakta müzik yapan öğrenci grupları var. Bizim evimiz de metro durağına epey yakın. Yürüyerek gidiyoruz

Bizim sokağın köşesinde duvarları mozaik kaplı İl Defonso kilise var. Biraz ileride çeşitli malzemelerin satıldığı büfeler var Yani merkeze yakın güzel bir yerde kalacağız. Burası iki katlı, iki odalı mutfak ve salonu olan bir daire.

Hayatın nehir kıyısında olduğunu bildiğimiz için hemen oraya yola çıkıyoruz. Yolu bulabilmek için epey bir turluyoruz. Yolu bayağı uzatıyoruz ama sonunda meşhur Katedrali buluyoruz, nehir kıyısına çıkıyoruz . Nehrin iki tarafında kafeler lokantalar, nehrin iki yanını birleştiren köprüler var. Hafif bir gün batımı rengi gökyüzünü sarmış. Etraf kalabalık. Zaten Portekiz turist bakımından çok zengin. Nereye gitseniz kuyruk var. Önce nehir kıyısında bir yerde oturup bir şeyler içiyoruz. İnanılmaz keyifli bir ortam.

Daha sonra ara yollardan pansiyonumuza gidebiliriz diye yola çıkıyoruz. Gerçekten keyifli bir yolculuk. Daracık dönen , yokuşlu sokaklardan yukarıya doğru çıkıyoruz.


Etrafta gördüğümüz kişilere yolu soracağız ama nasıl soralım bilmiyoruz. Sonunda Zara’yı arıyoruz diyoruz. Zara bizim pansiyona çıkan ana yol üzerinde . herkes nerede olduğunu biliyor. Yolumuz üzerinde bir lokanta buluyoruz. Sokağa masaları atmışlar. Bizde onlardan birine oturup Pallela ,salata ve şarapla hem yorgunluğumuz atıyoruz hem de keyifli bir yemek yiyoruz.


Ertesi gün kahvaltıdan sonra kendimizi tekrar Duoro nehri kıyısına atıyoruz. Yolda mozaiklerle süslü turistik tren istasyonuna uğruyoruz. Kadetral kapalı. Orada etrafı seyrederken genç bir Türk ve İspanyol sevgilisi ile karşılaşıp sohbet ediyoruz.

Programımızda 2 katlı Luis 1 köprüsüne çıkmak var. Ancak oraya çıkan asansör o gün çalışmıyor. Biz de o kadar yokuşu çıkmayalım nehrin karşısında teleferik ile çıkalım hem de karşı tarafı da görürüz diyoruz. Köprünün aşağı kısmandan yürüyoruz. Köprünün o ucunda Burmester şarap mahzenini geziyoruz. Büyük ahşap fıçılarda şaraplar demleniyor. Eski senelerde yapılan pahalı şarapların da satıldığı mahzeni gezip teleferiğe doğru yürüyoruz. Bu sırada yağmur başlıyor.

Teleferikle keyifli bir yolculukla köprünün 2. Katına çıkıyoruz. Köprünün üzerinden geçen bir tramvay var biz ona binmeyip köprünün üzerinden muhteşem manzarayı seyrederek yürüyoruz.

Daha sonra Douro nehrinin denizle birleştiği noktaya giden 1 no.lu tramvaya biniyoruz. Nehir boyunca şehrin nehir kıyısındaki yerleşimini ve nehir kıyısında geniş çok güzel parkları görüyoruz. Geriye dönüş yolunu tramvayla yapmıyoruz onun yerine yürüyerek dönüyoruz. Yolda Batalha Medresesine gidiyoruz ama önünde inanılmaz bir kuyruk var. 500 nolu otobüsle şehrin içinde bir tur atıyoruz ve mahallemize dönüyoruz.


Oradan Mercado Ponte Grande’yi geziyoruz. Her türlü yiyecek ve lokantanın olduğu bir mekan. Oradan mimarisi çok özel olan La Livrario Lello kütüphanesini görmeye gidiyoruz ancak orada da inanılmaz bir kuyruk var. Kapıdan içeriye bir göz atıp pansiyonumuza dönüyoruz.

Yakındaki bir marketten karides ,peynir, salam ,salatalık malzemesi ve şarap alıp evde kendimize ziyafet sofrası kuruyoruz.
Ertesi gün Mesut Lizbon’a dönüyor ben Porto’dan İstanbul’a döneceğim. La livrario Lello kütüphanesi sabah 9 da açılıyor ben de uzun kuyruk olmaz diye 9’a çeyrek kala oraya gidiyorum. O saatte bile 40-50 kişilik sıra var. 9 da kapı açılıyor. Bilgisayardan bilet alanlara öncelik veriyorlar. Bize bilet kesecek olan adam itiraz edenlere cevap vermekten işini yapamıyor. Bizim oradaki kuyruk da uzuyor. Eksik olsun diyorum.

Biraz ilerideki Lady of Carmo kilisesini gezmek istiyorum. Kadın rehberlerin olduğu kilisenin giriş ücreti 10 euro. Burası müze ondan diyorlar. Gerçekten kilise ilginç. Kilisenin arkasında yemek odası, yatakhane gibi rahibeler için yapılmış yaşama alanları var. Çatıya da çıkılabiliyor.
Oradan meydan doğru yürüyorum. Üniversitenin girişindeki sergiyi geziyorum. Oradan bizim mahalledeki ana yola çıkıyorum. Majestik Kafe diye eski bir binanın önünde kuyruk var. Pek uzun olmadığı için kuyruğa giriyorum. Fazla beklemeden içeri alınıyorum. Kafenin için aynalar ve parlak altın rengi metallerle süslenmiş. Girişte hangi dili konuşuyorsunuz diye soruyorlar ve o dili konuşan garsonun olduğu yere sizi oturtuyorlar.

Yanımdaki masaya anne babaları çok önceden ABD’ye gelen New York yakınlarında yaşayan genç bir çift oturuyor. Sohbet ederken benim Türkiye’den geldiğimi anlayınca Türk dizilerini çok sevdiklerini ve çok fazla İstanbul’a gelmek istediklerini söylüyorlar. Ben İzmir’e de Foça’ya da gelin diyorum. Epey bir sohbet sonucu ben ayrılır kahve paramı verdiklerini öğreniyorum.
Porto’nun ara sokaklarında dolaşıyorum. Akşam için Duoro nehri kıyısında bir Fado konserine bilet alıyorum. Konser öncesi bir kafede otururken bir fırtına başlıyor ve etraf uçuyor ama kısa bir süre sonra hava açıyor güneş çıkıyor. İnanılmaz bir şekilde yarım saat sonra yine benzer bir olay yaşanıyor.
Fado konseri o mekana yakın bir yerde. Konser bir saat. 15 dakikalık bir arada şarap ikram ediyorlar. Önce bir genç adam sonra bir kadın çıkıyor. 3 değişik gitar ve bir kontrabas müziği çalıyor. Lokantada dinlediğimiz Fado çok daha güzeldi. Ana caddeden güzel caddelerden geçerek pansiyona ulaşıyorum. Ertesi gün havaalanından İstanbul’a dönüyorum.





Fotoğraflar


[Fotoğrafı büyültmek için üzerine tıklayın.

104


YORUMLAR

Bu yazı için henüz yorum yazılmamıştır.




© Ekim 2015, NergizOvacik.com