İzmir Dağcılık ve Doğa Sporları İhtisas Klübü(İDADİK)' in eski bir üyesiyim. Hafta sonları İzmir ve çevresinde yaptığı günlük yürüyüşlere katılıyorum. Kulübün bülteninde Kaçkar Dağları ile ilgili programı görür görmez katılmam gerektiğini düşündüm. Program bir haftalık tamamen dağlarda konaklamalı, (motel ,otel falan yok.. çadır da.) ,her türlü yiyecek içecek, çadır vb . ekipmanla yürüyüştü.
Bu kararı verdikten sonra içim içime sığmamaya başladı. Klüpten tanıdığım daha öncesi gezilere katılmış arkadaşlara neler lazım olduğunu sorup soruşturup upuzun bir liste yaptım. En önemli malzemeler çadır, uyku tulumu, mat(uyku tulumunun altına serilen koruyucu malzeme), bot ve sırt çantasıydı. Uyku tulumu ve matım vardı. Kardeşimden kalma şimdiye kadar hiç kullanmadığım bir de çadırım vardı. Sırt çantasını da bir arkadaşımdan bulunca geriye bir tek bot almak kaldı. Hemen çarşıya çıkıp son zamanlarda moda olan asker botlarından en pahalı ve iyisinden bir tane aldım. İnsan her zaman Kaçkarlar'a gitmez ki... Bu kadar da hovardalık yapılabilirdi.
Ana malzemeler hazır olduktan sonra sıra yiyecek ve diğer malzemelere geldi. Bana üç tşört al dedilerse de ben ne olur ne olmaz diye beş tane aldım. Üç kazak, iki şort, beş tayt eldiven, bere, atkı, çorap, dört takım iç çamaşırı, terlik, şampuan, sabun, çamaşır deterjanı, banyo havlusu, baş havlusu, el havlusu, çarşaf, lastik pabuçlarım, iki adet fotoğraf makinesi, yüz temizleme sütleri, kremlerim, tabak, iki bardak, çatal ve kaşık (küçük büyük)... Ve üç tane de kitap...
Nihayet sıra yiyecek faslına geldi. Kendime beş yıldızlı otel lüksüne yakın bir yiyacek menüsü hazırladım. Konyaktan kahveye... Sosisten kurabiye çeşitlerine kadar... Kilomun fazla olduğunu düşünen kızlarımın bu yiyecekleri beş günde yersem beş kilo daha alacağıma ilişkin sözlerini kulak arkası ettim. Tatile çıkıyordum ve kendimi hiçbir konuda kısıtlayamazdım.
Dağ sporuyla ilgili olmayanlar neden bu kadar detaylı bir hazırlık listesi yaptığımı anlamakta zorlanabilirler. Ama bu sporla en ufak bir ilgisi olanın buraya kadar okuduklarından başıma neler geldiğini tahmin edip kıs kıs gülmeye başladığına eminim. Zira bütün bu yükleri sırtınıza yükleyip taşlardan, sulardan yokuş aşağı veya yukarı tırmanırken yarım kilo ağırlık bile çok önemli bir hale geliyor.
Nihayet o önemli gün geldi. Kızlarımla ve arkadaşlarımla vedalaştım. Muhteşem bir ay vardı. Dağlara gidiyordum. Aya ve yıldızlara daha yakın olacaktım. Geceleri konyak ve kahvemi içerken diğer kampçılarla sohbet edecektim. Yıldızların ve ayın altında uyku tulumunda uyumayı planlıyordum. İzmir'den Rize'ye yol uzun olduğu için tabi ki kuş tüyü yastığımı da yanıma almıştım.
Bir cuma öğlen yola çıktık. Otobüste bir iki kişi hariç önceden tanıdığım kimse yoktu. Klübün başkanı beni herkesle tanıştırdı. Çok mutluydum. Otobüsümüz klübün emektar şoförü Vedat Bey'in yeni model denemeyecek arabasıydı. Yol 28 saat sürdü.
Cumartesi öğle vakitlerinde Çamlıhemşin'e vardık. Karadeniz Bölgesi'nin meşhur yemeği mıhlama yemeden olmazdı. Mıhlama peynir, mısır unu ve tereyağı ile yapılan çok lezzetli bir yemek. Yanında tereyağında pişmiş alabalık da olunca tadından geçilmiyor. Karadenizde zeytinyağı üretilmediği için salatalar lezzetli olmuyor ama diğer yemeklerde bol bol tereyağı kullanılıyor. Gürül gürül akan bir derenin üzerine tahtadan yapılmış iskelede tipik bir karadeniz güzeli genç kızın garsonluğumuzu yaptığı lokantaya oturduk. Bira dahil içki servisi yapılmıyor. Burası aile işletmesi. "İçince sapıtılıyormuş!"
Çamlıhemşin'le Ayder Yaylası arası bir saat kadar. Ayder, Kaçkar Dağları'nın eteğinde kaplıcalarıyla meşhur bir yayla. Korumaya alınan ağaçtan yapılmış yamaçtaki evlerinin yanında yine ağaçtan yapılmış adı otel olan evler var. Tabi çevrenin bozulmasını orada da yaşıyorsunuz. Güzelim ahşap binaların yanından kerpiçten yapılmış ya da betonarme binalar o güzelim ortamı kozmopolit, çirkin bir hale getiriyor. Bizim orada bulunduğumuz sırada Ayder Festivali vardı.Ve etraf çok kalabalıktı. İstanbul, Ankara, İzmir plakalı arabalar... Meydanda tulumdan çıkan müzik eşliğinde kadınlı, erkekli büyük bir grup Karadeniz halk oyunları oynuyordu. Etraftan gruba katılanlar oluyordu. Memleketlerini özlemiş İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da oturan Karadenizliler Ayder'de eski günlerinin doğallığını, masumiyetini yakalama telaşındaydı. Aynı manzaraya dönüşte de rastladık. Kenara bir İstanbul plakalı araba çekilmiş. Karadeniz havaları çalan teyp sonuna kadar açılmış. Dört adam omuz omuza tutunmuş, hafif sarhoş, hafif hüzünlü horon oynuyor.
Ayder'den Kaçkarlar'a doğru yola çıkacağız. Herkes hazırlanıyor. Ben de yeni botlarımı ayağıma giyiyorum. Botlarımı her gören "yeni mi?" diye soruyor. Ben kasıla kasıla "evet" diyorum. "Giymesen iyi edersin.Yeni ayakkabı ayağını vurur" diyorlar. Çaresiz etrafıma bakıyorum. Baş danışmanım Neriman; daha önceki yürüyüşlerden tanıdığım, sevdiğim bir arkadaş. Hemen ona gidip soruyorum. Onun da onayıyla özene bezene aldığım botlarımı otobüste bırakarak eski lastik pabuçlarımla yola çıkıyorum.
Kafile hafif bir yokuştan yavaş yavaş yürümeye başlıyor.Ben de sırtımda çantam, yüzümde mutlu bir gülümseme yola koyuluyorum. Ancak yüzümdeki gülümseme 200 metre sonra endişeye dönüşüyor. Yokuş çıkarken çok zorlanıyorum. Bir iki yüz metre daha gidince nefes nefese kalıyorum. Bir süre sonra da kendimi iyice kötü hissediyorum. Erdür Bey tecrübeli bir dağcı olarak durumu tespit ediyor. "Nergiz Hanım siz yolun başında böyle oldunuz. Yukarı gelemezsiniz. Burada kalın, dönüşte sizi alırız" diyor. Biran ne kadar haklı olduğunu düşünüyorum. Ayder de güzel bir yer, bir kaç gün dinlenirim diye düşünüyorum. Bu arada Erdür Bey çantama bir el atıyor ve çok ağır olduğunu söylüyor. O zaman ben yaptığım vahim hatayı anlıyorum. Uyku tulumu ve çadırımı alıp yola devam etmeye karar veriyorum. O sırada Dağ Kafe'den geçiyoruz. Eşyalarımı bırakabileceğimi söylüyorlar. Bana kalsa uyku tulumumu ve çadırımı alıp devam edeceğim. Nasıl olsa birileri yiyecek verir diye düşünüyorum. Çantamı telaşla boşaltıyorum. Zira herkes yürümeye devam ediyor. İki büyük naylon torba dolusu eşyayı fotoğraf makinelerinden büyük olanı da dahil Dağ Kafe'de "merak etme hiçbir şeyin kaybolmaz" diyen kahveciye bırakıyorum. Eşyalarımı bırakırken kahvecinin çırağı eldivenlerimi almamı söylüyor ve çok haklı çıkıyor. Eldivenleri sıkça kullanıyorum. Erdür Bey yiyecekleri almamı söylese de ben bir kısmını bırakıyorum. Diğerlerine yetişmek üzere hafiflemiş olarak yola koyuluyorum.
Hafif bir yokuş. Muhteşem bir manzara . Yeşilin ne kadar fazla tonu varmış. Kafanı sağa çevirince dağların tepesinden dökülüp gelen suları görüyorsun. Kuş ve su sesleri arasında yürünüyor. Ama benim manzara görecek halim yok. Diğer yürüyüşçülerle aramı açmamaya çalışıyorum. İlk molada hafiflemiş olsa da bana taş yığını gibi gelen çantamı yere bırakınca bir nefes alıyorum. Ancak etrafıma bakabiliyorum. Mor boru çiçeklerini, ufak beyaz mineleri fark ediyorum .
İki saatlik bir yürüyüşten sonra etrafı çam ağaçlı tepelerle çevrili bir düzlüğe geliyoruz. Hava kararmak üzere. Herkes bir tarafa dağılıp çadırlarını kuruyor. O zaman anlıyorum ki daha önceden gruplar kurulmuş, iş bölümü yapılmış, Neriman'lar beni kendi gruplarına alıyorlar. Herkesle birlikte ben de çadırımı kurmaya çalışıyorum. Fakat beceremiyorum. Arkadaşlar yardımcı olmaya çalışıyorlar ama herkesin işi başından aşkın. Hava kararmadan çadırlar kurulacak, yemek yenecek . .Sonunda benim çadır kuruluyor. Kimsenin gözü çadırı tutmuyor. Ben hala dışarıda yatabileceğimi söylüyorum ama kimse beni kaale almıyor. Tabi nedenini iki saat sonra anlıyorum. Etrafı sis basınca her şey yamyaş oluyor. Acele bir organizasyon yapılıyor. .Eşyalar benim çadıra konuyor.En büyük çadırda üç kişi yatıp bana Fikret'in çadırında yer açılıyor.
Çadırlar kurulduktan sonra yemek telaşı başladı. Tabi benim hayallerim burada da gerçekleşmedi. Etraf o kadar rutubetliydi ki ateş yakmaya imkan yoktu. Grupların küçük ocakları var. Bereket yanıma hazır çorba almıştım. Şimdi sıra bir tabak sıcak su bulmaya kalıyordu. Konserveler açıldı. Yolda bozulmadan gelebilen börek, çörekler yenildi. Benim haşladığım patates ve yumurtalar bozulmuştu. Çantamda iki kilo civarında (artık gözümde herşey kilo ile ölçülüyordu) yiyeceği bizim gruptakiler istemeyince yan gruba teklif ettim. Sevinerek aldılar.
Her şeye rağmen bir şişe cep konyağımdan vazgeçmemiş, yukarı kadar getirmiştim. Grup konyak şişesinin varlığına çok sevindi. Ancak bir iki kişi birer yudum almıştı ki konyak şişesi devrildi ve konyak çimenlerin arasında acıklı bakışlarımıza aldırmadan yok oldu.
Akşam ay gerçekten bütün ihtişamıyla tepelerin arkasından çıktı. Ancak yarım saat içinde göğü bulutlar kapladı ve ne yıldızlar, ne ay görünmez oldu.
Sabah bizim gruptan bazı kişiler gruptan ayrılmaya karar verdiler. Zira esas grup Kaçkarlar'ın güneyindeki uzun rotayı seçmişti. Her akşam çadırlar kurulup kaldırılacaktı. Halbuki gidip Kaçkarlar'ın eteğine kamp kurup etrafı dolaşmak mümkündü.Ben kararsız kalınca yine Neriman'a danıştım. O da performansımın hiç de kötü olmadığını ve zor olanı denememi söyledi.
Bütün gece sol omuzum ağrıdı. Sabah kalkınca gördüm ki sırt çantasının sağ tarafı sola göre daha sıkı. Bu düzeltme yapıldıktan sonra, içine peynir doğranmış çorbamı ve çayımı da içtikten sonra hafifleyen çantamla kafileyle birlikte yola koyulduk. İkinci gün etrafın keyfini daha fazla çıkararak yürüdüm. Fotoğraf makinam boynumda , gördüğüm her çiçeğin fotoğrafını çekerek yürüyüşe başladım. Ancak yarım saat sonra sırtımdaki yük yine tahammül edilmez hale geldi. On dakikalık molalar inanılmaz güç veriyordu. Aşağı Çaymakçur ya da Ermenice adıyla Ceymehcur yaylası sisler arasında görüldü. Ağaçların, yeşilliklerin arasında ahşap evler. Çamlıhemşin'de oturan insanlar hayvanlarını alıp Kaçkar'ın etrafındaki Çaymakçur, Dilber, Kavran gibi yaylalara çıkıyordu. İnekler, çiğdem çiçekleri ve yoncalarla besleniyordu. Kadınların başında yöresel, ipekli renkli kumaştan türbanlar vardı ve sanki bütün kadınlar, çocuklar olağanüstü güzeldi.
İkinci gün devamlı bir tırmanma halindeydik.Bir süre normal yoldan, daha sonra dere tepe düz gittik. 1500 metreden itibaren hem çiçek çeşitleri değişti hem de ağaçlar bitti. Taşlı ve bodur bitkilerden oluşan bir bitki örtüsü çıktı karşımıza. Ama hala her adımda bir başka çiçek türüne rastlamak mümkündü.Aşağı Çaymakçur'dan Nazım bize rehberlik etti ve patikayı gösterdi. Dimdik bir yamaçtan çıkarken elinde sopasıyla bir adama rastladık. İnanılmaz ama bu İDADİK üyesi Sevgi'nin babasıydı. Bize yolu tarif etti. Ayakta zor durulabilen dimdik yamaçlardan tırmandık. Öğleye doğru sis bastırdı. Sis inanılmaz bir şey. Ortalık günlük güneşlikken on dakika sonra sis dalgasının geldiğini görüyorsunuz ve o sis dalgasının içinde kalıyorsunuz . Üç metre ötenizi göremiyorsunuz. Sisin içinde kalınca yağmurda yürüyor gibi ıslanıyorsunuz. Grupta herkes tedbirli. Geniş yağmurlukları var. Sırt çantalarının üzerine, yağmurluğunu giyen herkes deve gibi oluyor.Ama yağmurluklar renkli olduğu için kırmızı,sarı,mor develer...Benim de yağmurluğum var. Çünkü uyarmışlardı. Ama benimki normal yağmurluk olduğu için sırt çantam açıkta kalıyor.
Sis içinde dimdik bir yamaçtan yukarı tırmanıyoruz. Tepenin sonunda bir gölün kenarına geliyoruz.Göz gözü görmüyor. Tabi bu ince ince bir yağmur yağıyormuşcasına bir etki yapıp her şeyi ıslatıyor. Gölün kıyısına kamp yapmaya karar veriliyor. Zirve yapmak isteyen bir grup var. Onlar erken kamp yapıldığı için rahatsızlar. Ama siste nerede olduğunu tespit etmek çok zor. Bu gece Fikret 'in çadırına Neriman da geliyor. Henüz saat 16.00. Ancak çadırın dışında olursan ayakta durmak zorundasın. İçeride isen yatmak. Etraf karanlık. Çadırın dışında kalmak demek ıslanmak demek. Yemekte Fikret 'in karısının yaptığı zeytinyağlı yaprak dolmaları var. Bu inanılmaz bir lüks. Bizim ocak diğer grupla gittiği için ödünç bir ocak alıp su ısıtıyor ve çay içiyoruz. Bu da diğer lüksümüz. Ah bir de konyağımız olsaydı!
Ben çadıra giriyorum ve hafta sonunu niye deniz kenarında ve farklı bir şekilde geçirmediğime hayıflanıyorum. Uyumamak lazım yoksa sabaha karşı erkenden uyanılacak. Neriman'la laflıyoruz.
Sabah çadırın kapısından kafamızı uzattığımızda gördüğümüz manzara inanılmaz güzel. Pırıl pırıl bir güneş. Üç tarafı sivri, yüksek tepelerle korunaklı pırıl pırıl bir göl.Burası Karadeniz Gölü. Hepimizin keyfi yerine geliyor. Sımsıcak bir hava. Islanan çoraplar, T-shirtler, uyku tulumları güneşin altına taşların üzerine seriliyor. Etraf bir panayırın renk cümbüşünü yaşıyor. Herkes keyifli. Her şeyimiz kuruyor. Ve Lanetliler Geçidinden tekrar yola koyuluyoruz. Önümüzde duvar gibi dimdik bir yamaç var. İçlerinde benim de olduğum yavaş giden bir grup önden yola çıkıyoruz. Zorlu bir tırmanış. Göle tepeden bakmak keyifli. Etrafta her renkten çiçek tarlası...Burası 2000 metre. Dik yamacın diğer tarafında bir göl daha....Deniz gölü. Herkes keyifli. 2300 metredeyiz ve etrafta bu metrelere ait sapsarı çiğdem tarlaları ve pembe çiçekler var. Biraz sonra Deniz Gölü'nin kenarındayız.
2800 metredeyiz ve bir süre sonra tekrar sis bastırıyor. Hedefimiz Kaçkarların eteğindeki Mezovit yaylası. Burası klasik rotayla giden kampcıların durak yeri. Sisin içinde bir süre daha yürüyoruz. Bir düzlük bulup kamp yapıyoruz. Saat henüz 15.00 olduğu için bir grup zirve yapmak amacıyla ayrılıyorlar.
Bu zamana kadar her şeyim ıslanmış durumda. Lastik ayakkabılarım vıcık vıcık su içinde, bir tane kuru çorabım kalmış. Çadırımı kuruyorum. İlk defa doğru dürüst bir çadır olduğu ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar hep yanlış kurmuşum. İçine giriyorum ve iyi ki yanıma aldığım kitabımı okuyorum. Çadırdan dışarı çıkamıyorum çünkü ayakkabılarım yamyaş. Ayağımdaki tek kuru çorabım da ıslanmasın istiyorum. Biraz sonra sis hafifce açılıyor. Ayaklarıma naylon torba geçirip, ayakkabılarımı giyip çadırdan çıkıyorum. Sisler içinde bütün ihtişamıyla Kaçkarlar'ın zirvelerini görüyorum. Sis bir yoğunlaşıp bir açılıyor. Benim çadırın içi yamyaş. İttifakla bu çadırda kalamayacağıma karar veriliyor ve sabah güneşin açması dileğiyle Aybars'ın çadırına misafir oluyorum. Çünkü Neriman'la Fikret zirvecilerle gittiler.
Ertesi sabah kalktığımızda sisin kalkmış olduğunu görüyoruz. 2900 metredeyiz. Toparlanıp yola koyuluyoruz. Dimdik bir patikadan aşağıya iniyoruz. Her şeye rağmen keyfimiz yerinde. Ancak bu keyfimiz uzun sürmüyor. Canhıraş bir haykırışla duruyoruz. Nuri ayağını belki kırıyor, belki burkuyor. Anlamıyoruz. Ama canı çok yanıyor. Grubun doktoru Füsun hemen yardıma gidiyor. Nuri'nin ayağı sarılıyor. Yükünün bir kısmı paylaştırılıyor. Tekrar yola çıkıyoruz. Nuri hızlı yürüyemiyor. Bu da grubun temposunu yavaşlatıyor. Benim bu tempoya hiç itirazım yok. Çiçek çeşitlerinden ikişer adet toplamaya başlıyorum. Zira yüksekliğe göre farklı çiçekler olduğunu fark ediyorum. 2600 m.deki sarı çiğdem tarlaları artık yok. Ama yine de yüzlerce çeşit çiçek var. Bir süre sonra inekleri görüyoruz. İlk medeniyet belirtisi! Bir süre sonra bir yamacın ucundan Yukarı Kavran yaylası gözüküyor. Aşağı Kavran'daki İsa amcanın kahvesi efsane gibi anlatılıyor. Çay demleteceğiz, ocağı yaktırıp eşyalarımızı kurutacağız. Grup İsa amcanın kahvesi hayaliyle hızlanıyor. Arkadan Nuri 'lerin geldiğini hesapladığım için ben pek aldırmıyorum. Bu keyfim uzun sürmüyor. Tam yola inmeye 20 metre kala ayağım kayıyor, düşüyorum. Canım çok yanıyor ama esas en son andaki dikkatsizliğime sinirleniyorum. Sırt çantamı alıyorlar. Kaçkarlar'da her taraf derelerle dolu. Yolun kıyısından akan buz gibi bir dereye burkulan bileğimi sokuyorum.
Artık normal araba yolundan yürüyeceğiz. Grubun büyük bir kısmı önden gittiler. Biz sakatlar grubu arkadan yavaş yavaş yola çıktık. Aşağı Kavran'a geldiğimizde İsa Amca'nın kahvesini kapattığını ama bizi evinde misafir ettiğini öğreniyoruz. İsa Amca'nın evi bir giriş, içinde ocak olan bir oda, bir de depodan oluşuyor. İsa Amca doğa ve dağcıların dostu Yılmaz Güney'le askerlik yapmış. Duvarda Yılmaz Güney'in bir posteri asılı. Bize yoğurt, ekmek, çay ikram ediyor. Ateşin karşısında ısınıyoruz. Çantalarımızda kalan ilaç ve yiyecekleri İsa Amca'ya bırakıp yola koyuluyoruz. İsa Amca bir dahaki seneye açacağı kahveyi anlatıyor.
Artık 1500 metre civarındayız sisin içinde çam ağaçları var. Her taraf yine yemyeşil ve sulak. Dereler, şelaleler, çiçekler ağaçlar arasında yoldan yürüyoruz. İsa Amca'nın kahvesinde bileğim, sarıldığı için daha rahat yürüyorum. Nihayet akşam üstü Ayder'e varıyoruz. Dağ Kafe'den bıraktığım eşyalarımı alıyorum. En az altı yedi kilo bırakmışım. Ne kadar lüzumsuz eşya imiş aldıklarım! Hemen kendimizi Ayder Kaplıcaları'na atıyoruz. Kaplıcada yanımızdaki kadın bize suyun faydalarını anlatıyor. Hem sıcak , hem soğuk sudan içilmesi gerekiyormuş. Sakatlar, çocuğu olmayanlar, baş ağrısı, diş ağrısı vb. her derde devaymış bu kaplıcalar. Biz ise yorgunluğumuzu atıyoruz keyifle. Kaplıca sonrası bir yere oturup bira, salata ve peynirden oluşan bir ziyafet çekiyoruz kendimize.
Ayder, Pazar ve Ardeşen'de dikkatimi çeken en önemli konu erkeklerin kadınlara yiyecekmiş gibi bakması. Her farklı kadını potansiyel “Nataşa” gibi görüyorlar.
Dağılan grup yavaş yavaş toplanıyor. Kaplıcadan çıkanlar otobüse biniyorlar. Ancak herkesin bacakları tutulmuş. Molalarda otobüse inip binerken sanki dağcılar grubu değil de sakatlar grubu gibi bir hava var ortalıkta. 30 saat sonra İzmir'deyiz.
Gelecek sene yine Kaçkarlara gideceğim. Bu sefer yanıma ne alacağımı, nasıl gideceğimi bilecek ve Kaçkarların keyfini çıkaracağım.
1999
Etiketler: gezi